7 Kasım 2013 Perşembe

O KADAR MUTLUYUM Kİ

O kadar mutluyum ki gözlerinde yaşlanmaktan..
Gözlerindeki sevda ateşi yakmasına rağmen
Öylesine mutluyum ki yanmaktan..
Başını hafifçe öne eğip gülümsesen,
Sonum olursun, eririm sol yanında..
Mutluyum yanında olmaktan..
Bir bebeğin ilk adımlarını atarken hissettiği
O "koşma arzusunu" hissettim seninle..
Geleceğe "seninle" koşma arzusu..
Heyecanlandım..
Ve korktum büyümekten..
Çünkü;
O kadar mutluyum ki bebeğin olmaktan....
Oysa büyümesinden korkmadığım
Bir şey var; sevgim..
Sana bağlandım....
Çalışma masamdaki çerçevemde sen...
Yastığımda ki çukurda sen..
Aklımda sen.. kalbimde sen...
Benim gözümle kendini bir görsen....
O kadar mutluyum ki "sen" olmaktan...
Ve gözlerim,
Senden başka her şeye kör.
Ben öylesine mutluyum ki engelli olmaktan.
Kalp atışlarını hissetmekten,sarılınca sana..
Yaslanınca omzuna,
Öylesine mutluyum ki
Omzunu çürütmekten...
Ben,ciğerime işleyen soğuğa inat,
Parmağımdaki gümüşle ısındım..
O yüzük, senin bendeki "gümüş" halin..
Ama ben,seni en yalın halinle sevdim..
Bütün tabularından,korkularından arınmış,
Dünyadaki tüm kötülüklerden,
Sadece üstündeki yorganla korunan
O en gece,o en karanlık,o en sakin halini..
Öylesine mutluyum ki o halini görmüş olmaktan..
Sen,beni ne olursa olsun,
Nerede olursan ol,
Unutamayacaksın..!
Yüreğine işledim senin......
Ve beynini işgal etmekteyim..
Öylesine mutluyum ki
"işgalci" olmaktan..
O kadar mutluyum....
ki...

24 Ekim 2013 Perşembe

CENNETİM OLUR MUSUN?

Elini tutsam, dünyanın öbür ucuna benimle birlikte gelir misin?
Bekle desem, dünyanın bir ucunda beni bekler misin?
Denizimde fırtınalar çıktığında limanım olur musun?
Karanlık bastırdığında deniz fenerim,
Hava açınca yıldızlarım olur musun;
Bulutlar göğü kapladığında pusulam olur musun?
Mihengim, turnusol kağıdım,
Yüreğimin suyu bulandıkça onu durultacak iksirim  olur musun??
Kapılar kapandığında kapım, yollar aşındığı vakit yolum,
Saklanmak istesem duvarım olur musun?
Özgürlüğüm ve mapushanem  olur musun??
Üşürsem evim, yorganım, sığındığım kucağım olur musun?
Çölümde vaha olur musun? Vahamda hurma ağacım?
Dağın tavşanı, çölün ceylanı, gecenin hayalleri bağrına bastığı gibi
Beni bağrına basar mısın?
Şaak şak yarılsa bile, gökten umudunu kesmeyen kıraç tarlalar gibi umut bağlar mısın bana?
Gitmek istersem kanatlarım olur musun?
Kalmak istersem ayağımda prangam?
Hurilerim olur musun? kudret helvam ve bıldırcınım?
Soğanda sarımsakta gözüm yok, tih çölünde gözüm yok.
Ateş almaya gidersem, kırk vakit sonra dönsem bile aynı yerde beni bekliyor olur musun?
Arkadaşlarım, kavmim beni terk ederse ve ben ailemden, kavmimden kaçarsam,
Bir kez arkana bakmadan arkamdan gelir misin?
Ot bitmeyen bir vadide yalnızca Allah´a emanet edip gidersem,
Sen de beni kınamaksızın O´na güvenir ve say eder misin?
Ümidimi kaybettiğim anda ümidim, neş´emi kaybettiğim zamanlarda coşkum,
Kalbim işgale uğrarsa rehberim olur musun?

Arkadaşım,
Yoldaşım,
Sırdaşım,
Huzûrum,
Sürûrum,
Nûrum,
Zînetim,
Nîmetim,

Cennetim olur musun?


17 Eylül 2013 Salı

HAYATINIZ SEÇTİĞİNİZ KADINDIR..!

Evvel zaman içinde Memleketin birinde 90 yaşlarında fakat çok dinç ve genç görünümlü bir adam yaşarmış?
Çevresinde bulunan herkes ona çok özenir ve sorarlarmış.

"bu gençliğin sırrı nedir" diye.
İhtiyar delikanlı güler geçermiş her soruldukça bu soruya.

Ama sorular sık ve soranlar çoğalınca cevap vermek vacip olmuş sanki.
Düşünmüş nasıl anlatırım bu sırrımı kolayca
herkese. Sonra karar vermiş tüm meraklıları yemeğe davet etmeye evine.
"Bu davette size sırrımı açıklayacağım" demiş.

Herkes merakla davete gelmiş.Yemekler yenilmiş, içilmiş, sohbetler edilmiş vakit iyice gecikmiş.

Ama gençlik sırrı ile ilgili tek kelam edilmemiş.

Herkes konu ne zaman açılacak diye merak ederken adamcağız huri gibi sevimli hanımına seslenmiş.

"Hatun , şu kilerden bir karpuz getirirmisin bize sana zahmet!.."

Hanım hemen doğrulmuş kilere giderek kaş ile göz arasında gidip bir karpuz getirmiş.

Adamcağız şöyle eliyle bir vurmuş tık tık diye sonra da :

" Bu olmamış hanım, güzel çıkmayacak, başka
getirir misin bir zahmet" demiş.

Hanım onu götürmüş bir tane daha getirmiş. Adam onu da bir yoklamış yine beğenmemiş.

"Hanım sana yine zahmet olacak ama bu da olmamış başka bir tane getirir misin" demiş.
Başka istemiş?. Bu böylece dört sefer daha tekrarlanmış .

Dedemiz beşincide karpuzu beğenmiş ve karpuz kesilmiş, misafirlere ikram edilmiş?. Herkes karpuzunu afiyetle yerken bizim dedecik sormuş.

"Eeeee?. Arkadaşlar işte benim gençliğimin sırrı burada anladınız mı??" Herkes birbirinin yüzüne bakmış.Kimse bişey anlamamış..

"Aman dede demişler nerde? Anlamadık biz bu sırrı!"
Dedecik gülmüş.
"Efendiler" demiş
"O gördüğünüz karpuz kilerde bir tanecikti, tekti. Ben hanıma git de başka getir dedikçe o kilere gidip geliyor aynı karpuzu getiriyordu. Bir kere bile (aman be adam, delimisin nesin şu tek karpuzu ne taşıtttırıyorsun bana defalarca.) demedi. Beni sizin önünüzde mahcup duruma düşürmedi. İşte bütün bu gençliğimi hanımıma borçluyum."

"Biz birbirimizi hiç başkalarının önünde zor
duruma düşürmeyiz. Aile içindeki hiçbir şeyi dışarıya yansıtmayız. Hep birbirimize destek olur, dert ortağı olur, yardım ederiz. Birbirimizle ilgili olan problemleri yine birbirimize anlatırız. İyi kötü her olayı da birlikte paylaşırız." demiş.

Hayatınız seçtiğiniz kadındır..

Zevkli bir kadına rastlarsanız,ZEVKİNİZ,
bilgili bir kadına rastlarsanız BİLGİNİZ,
zeki bir kadına rastlarsanız ZEKANIZ gelişir.


Hayat kat kattır.

Babil'in Asma Bahçeleri gibi teraslar halinde yükselir ve bir terastan bir terasa sizi kadınlar götürür.

Ve bugün durduğunuz teras , seyrettiğiniz manzara, gördüğünüz hayat yanınızdaki kadının terası, manzarası ve hayatıdır.

Hayatınız seçtiğiniz kadındır...

Şansınız varken....



13 Eylül 2013 Cuma

AŞK'sın


Aşk mısın diye sora sora bir hal oldum. Sonra anladım ki gelmiş AŞK sonunda. Hiç beklemediğim anda, tam da dibe vurduğum anda. Mutluluk bir adımda İstanbul'dan Ankara'ya ulaşmak gibi zor görünüyordu. Ta ki yanıbaşımda olanı görene kadar. O kadar yakın, o kadar uzak.
Matematik dersini iyi ki sevmişim. İyi ki sayıları sevmişim. İyi ki rüyalara inanmışım. Zenginlik zenginlik diye aradığım rüyalarımın bana asıl zenginliği vermesine şükrediyorum.
Sonra öğrendim ve AŞK mısın diye sormaz oldum. Evet oydu, ta kendisi... Gelmişti sonunda. AŞK'sın dedim. O'yum dedi. Kalbimde ise yaz gününden kalma kelebek uçuşları başladı... Başımın üstünde dönüp duran kar taneleri, ve yüreğimin sıcaklığıyla eriyip giden buzlar. Yürürken sokakta ayağımın altından kayarcasına geçen yollar, aklımda sen, yüreğimde sen ve sanki yeni bir aşka yelken açan kalbimle bir başıma. Sessizliği dinliyorum, seni düşünüyorum, hayaller kuruyorum ve bu bence bendeki iyiye gidişin bir işareti olmalı diyorum. Araladığım kalbimden dışarı doğru biraz çekingen ve biraz da heyecanla uzanıyor, hoş geldin, diyorum. Nerelerdeydin !...

Ey aşk ! Ne kadar zamandır bekliyordum seni. Gözüm yollarda kaldı ama en çok da yüreğim. Yüreğim o kadar çok bekledi ki; beklerken yorulmayı öğrendi, acı çekti, hüzünlendi. Kimi zaman güneşe güldü, kimi zaman ağlayan yağmura. Ama hiç bıkmadan bekledi.
Ey aşk ! Nerelerdeydin, gözüm yollarda kaldı. Bak bu sene kar yağdışehrime. Karda yürümekten korkardım oysa şimdi sen geldin ya korkmuyorum artık. Daha bir güvenle yürüyorum yollarda. Hem düşsem ne olur ki, sen varsın, tutarsın beni. Tutarsın değil mi!
Ey aşk ! Sen gözleri ceylana benzer; her gün geçerken kapının önünden görmeyi arzuladığım sevgili. Seni göreceğim diye daha bir keyifle başlıyorum güne. Artık zor gelmiyor çalışmak bile bana. Yüreğim sanki bir kuş kanadında ve bir tüy kadar hafif.
Ey aşk ! Okuduğum tüm aşk romanlarından yayılan bir koku var burnumda. Kim bilir kaç kitap devirdim ve kaç kişinin aşkını yaşadım kendim yaşarcasına ve işte şimdi sıra bende. Ben de kendi romanımı yazacağım senin aşkınla.
Ey aşk ! Ben seni bekliyorum yıllardır. Bir ara gelmiştin ya da ben geldiğini sanmıştım ama sanırım yanılsamaydı ki bu, farkına nice sonra vardığım. Gecemi gündüzüme katıp beklediğim ve en nihayetinde geldin ve şimdi buradasın. Bir daha gitmeyeceksin değil mi!
Ben biliyorum bu sefer benim için geldin. Ve bu ne bir yanılsama, ne de bir romandan kalan hayal. Bu benim ve senin, bizim aşkımız. Yıllardır beklediğim sonunda gelen sonsuz aşk.
Ey aşk ! Nerelerdeydin. Meğer ne de çok özlemişim seni. Bir daha bırakıp gitme olmaz mı!!!
Ey aşk ! Nerelerdeydin. İyi ki geldin, Hoş geldin…

2 Ağustos 2013 Cuma

OLGUNLAŞMAK






















Eğer herkes çıldırmış seni suçlarken sen başını dik tutabiliyorsan,
Eğer herkes senden kuşkulanırken sen kendine güvenebiliyorsan,
ama bu kuşkulara da hoşgörülü davranıyorsan,

Eğer bekleyebiliyor ve beklemekten bıkmıyorsan,
veya hakkında yalan söylenirken sen yalan söylemiyorsan,

Eğer sana bir şey sorulduğunda sonucu ne olursa olsun doğruyu söylemekten vazgeçmiyorsan,
Ya da senden nefret edilirken sen nefret etmiyorsan,
Ve yine de insanlara tepeden bakmıyor çokbilmişlik taslamıyorsan,

Aldatılıp kandırıldığın da  dahi, bir ışık görüp yeniden ilerleyebiliyorsan,
Her çıkan engeli bir bir aşmaya gayret ediyor, buna gücenmiyorsan,
İstenmediğini anladığın anda, arkana bakmadan çekip gidebiliyorsan,

İntikamın sözkonusu olduğunu biliyor, kısasa kısas düsturunu aşmıyorsan,
yada bundan vazgeçmenin daha hayırlı olduğunu biliyorsan,
Eğer aydın gözüküp, seni kandırmaya çalışanlara kanmıyorsan,

Eğer seni sevenlere, sen sevmesen bile bunun için değer veriyor,
hakettikleri şekilde davranabiliyorsan,
Seni sevmeyenlere de bunu suç yerine koymadan, hak verebiliyorsan,

Attığın her adımda geleceğini düşünüp karar verebiliyorsan,
Bir Ahmet gider, bir Aydın gelir; bir Ayşe gider, bir Zeynep gelir
diye düşünmek yerine, yanındakinin kıymetini biliyorsan

Eğer düş kurabiliyor ve düşlerinin tutsağı olmuyorsan,
Eğer düşünebiliyor ve düşüncelerini ihtiras haline getirmiyorsan,
Eğer hem zaferi hem de felaketi göğüsleyebiliyor
ve bu iki sahtekara da eşit davranabiliyorsan,

Eğer söylediğin gerçeklerin bazıları tarafından
çarpıtıldığını duymaya dayanabiliyorsan,
Ya da yaşamını adadığın eserler yıkıldığında, duygular kırıldığında
hemen işe koyulup onları yeniden yaratabiliyorsan,

Bütün kazandıklarını bir yere toplayıp hepsini riske atabiliyorsan,
ve kaybettiğinde yeniden baştan başlayabiliyorsan,
ve kayıpların hakkında tek bir söz etmiyorsan,

Eğer yüreğini, beynini ve kaslarını
bütün yıpranmışlıklarından sonra bile
yeniden dönüş için zoryalabiliyorsan,

Ve içinde, onlara "dayan" diyen iradenden başka hiçbir şey kalmamışken
dayanabiliyorsan,

Eğer erdemlerini koruyarak, kalabalıklarla konuşabilmeyi gözealabiliyorsan,
ya da insanlığını unutmadan krallarla birlikte yürüyebiliyorsan,
Eğer ne düşmanların ne de sevgili dostların seni incitemiyorsa,
Eğer herkes sana güvenebiliyor ama yapamayacağın şeyleri senden beklemiyorsa,
Eğer sen acımasızca geçen her dakikanın her saniyesini
bir uzun mesafe koşucusu gibi hakkını vererek yaşayabiliyorsan,

İşte o zaman dünya ve içindeki her şey senindir,
Ve daha da önemlisi,
Sen artık olmuşsundur...




4 Temmuz 2013 Perşembe

BABALAR ENÇOK KIZLARINI SEVERLER...

Aşk, sevgi, özlem... Acaba duygular ne için, kim için? Mutlaka değdiğini düşündüğümüz biri yada birileri için.

Yaradanı sevmek, Ana-baba sevgisi bunları herşeyden tenzih ederim. Geride tek bir sevgi daha kalıyor. Menfaatsiz, karşılık beklemeksizin, canını verircesine.

O da bir babanın kızına olan sevgisidir. Bazıları inanmaz buna. Kimse inanmaz ve kimse neden diye sormaz.

Kız babası olmak farklıdır, özeldir. Bambaşka bir duygusallık verir babalara... Hayatında hiç ağlamayan babalar bile kızlarını ellerine aldıklarında tutamazlar göz yaşlarını…

Ama bir taraftan da zordur kız babası olmak.
Bir kız, iki evlat demektir. İki canı birden sırtına yüklenmek demektir. Çünkü biri iki yapan da kadındır, ikiyi üç yapan da…
Bunu bildikleri için onların üzerlerine daha da titrerler babalar. Onlara her baktıklarında annelerini, bazen kırdıkları ama her şeye rağmen onları yetiştiren annelerini anımsarlar…

Bir yandan da koruma iç güdülerine yenilirler. Kızlarına hiçbir şey olmasın
Onlar hiç üzülmesin, gözlerinden bir damla yaş gelmesin isterler. O bir damla yaş için koca dünyayı yıkacak olurlar… Ama bu sevgilerini,
bu bağlılıklarını, asla gösteremezler, utanırlar.


Çünkü baba demek; güçlü, çatık kaşlı olmak olarak öğretilmiştir onlara…

Gülümsemek isterler o güzel kızlarına gülümsemek… Ama rolünün dışına çıktıklarını düşünüp dönerler eski çatık kaşlı, gergin suratlarına…

Bazen ağlamak isterler; Ama “Erkekler ağlamaz” denmiştir onlara. Yapamazlar, bu yüzden saklarlar gözyaşlarını…

İşte böylece her şeyi içlerine atarlar Kız babaları. Yansıtmazlar asla duygularını…

Aile içinde sevgiyi öğretmeye, erkeği öğretmeye, saygıyı öğretmeye çalışırlar. Aile bir kız çocuk için çok mühimdir. O da aile kuracaktır. Öğrenmelidir bu yüzden aileyi, düzeni, sevmeyi. Ve baba aile düzeni bozulmasın, o koca direk yıkılmasın diye herşeye katlanır, her şeyi göze alır.

Bilir ki o kızına verdiği sevgiyi, o kızının anneside bilir. Çünkü o da bir babanın kızı.
Dayanamaz, gece yarılarına kadar bekler ve giderler o güzel kızlarının tatlı şirin odalarına. Uzun uzun bakarlar yüzlerine. Ve bir kez daha hayran olurlar O muhteşem güzelliklerine.

Gündüzleri dokunamadıkları gözlerine, ellerine, hiç bırakmayacakmış gibi dokunurlar. İçlerindeki duygunun gözyaşlarını boşaltırlar. Ve yavaşça güzel kızlarını öpüp “İyi geceler” derler ve giderler...


21 Haziran 2013 Cuma

TEK FARKIMIZ RENGİMİZ

Dünyanın bütün renkleri Birgün bir araya toplanmışlar ve hangi rengin en önemli, en özel olduğunu tartışmaya başlamışlar;

YESIL demiş ki:
"Elbette en önemli renk benim... Ben hayatın ve umudun rengiyim. Çimenler, ağaçlar, yapraklar için seçilmişim... Söyle bir yeryüzüne bakin, her taraf benim rengimle kaplı...!

MAVI hemen atılmış:
"Sen sadece yeryüzünün rengisin, ya ben? Ben hem gökyüzünün hem denizin rengiyim. Gökyüzünün mavisi insanlara huzur verir ve huzur olmadan siz hiçbir ise yaramazsınız"
SARI söz almış:
"Siz dalga mı geçiyorsunuz? Ben bu dünyaya sıcaklık veren rengim... günesin rengiyim... ben olmazsam soğuktan donarsınız hepiniz"

TURUNCU onun sözünü kesmiş:
"Ya ben?... Ben sağlık ve direncin rengiyim... İnsan yaşamı için gerekli vitaminler hep benim rengimde bulunur... Portakalı, havucu düşünün. Ben pek ortalarda görünen bir renk olmayabilirim ama güneş doğarken ve batarken gökyüzüne o güle rengi veren de benim unutmayın"

KIRMIZI daha fazla dayanamamış:
"Ben hepinizden üstünüm!!! Ben kan rengiyim!! Kan olmadan hayat olur mu!! Ben tehlike ve cesaretin rengiyim!!! Savaşın ve ateşin rengiyim!! Aşkın ve tutkunun rengiyim!!! Bensiz bu dünya bomboş olurdu!!!"

MOR ayağa kalkmış:
"Hepinizden üstün benim... ben asalet ve gücün rengiyim. Bütün krallar, liderler beni seçmişlerdir... Ben otorite ve bilgeliğin rengiyim,
insanlar beni sorgulamaz... dinler ve itaat ederler"

....Ve bütün renkler hep bir ağızdan kavgaya tutuşmuşlar... Her biri diğerini itip kakıyor; "En büyük benim" diyormuş...

Derken bir anda şimşekler çakmış ve yağmur damlacıkları gökten düşmeye başlamış... Bütün renkler neye uğradıklarını şaşırmış, korkuyla birbirlerine sarılmışlar...

Ve YAĞMUR’UN sesi duyulmuş...

"Sizi aptal renkler... Bu kavganızın anlamı ne? Bu üstünlük çabanız neden?... Siz bilmiyor musunuz ki her biriniz farklı bir görev için yaratıldınız, birbirinizden
farklısınız ve her biriniz kendinize özelsiniz... Simdi elele tutusun ve bana gelin"

Renkler bunun üzerine kendilerinden çok utanmışlar... Elele tutuşup birlikte gökyüzüne havalanmışlar ve bir yay seklini almışlar... Yağmur onlara;

"Bundan böyle..." demiş "Her yağmur yağdığında siz birleşip bir renk cümbüşü halinde gökyüzünden yeryüzüne uzanacaksınız ve insanlar sizi gördükçe huzur duyacaklar, güç bulacaklar... İnsanlara yarınlar için umut olacaksınız... Gökyüzünü bir kuşak gibi saracaksınız ve size GÖKKUŞAĞI diyecekler... Anlaştık mı?"

Bu yüzden ne zaman dünyamız yağmurla yıkansa, ardından gökyüzünde GÖKKUŞAĞI belirir...

Biz de gökkuşağındaki o renkler gibi birbirimizden farklıyız, ve hepimiz özeliz... Görüşlerimiz, düşüncelerimiz, fikirlerimiz, yaşayışlarımız, çevremiz hep farklı olabilir. Uunutulmaması gereken tek şey aynı yerden geldik, aynı yere gideceğiz.

Bunu bilerek etrafımızla uyum içinde yaşamalıyız... Ancak bu şekilde hayatın tadını doyasıya çıkarabiliriz.

Biz birlikte güçlüyüz...

Biz birlikte TÜRKİYE'yiz...

14 Mayıs 2013 Salı

HERKESİN BİR KIYMET BİLENİ VAR


Karşılıklı yazılmış mektuplar, oyuncak ayı, müzik kutusu ve bir demet çiçek. Hikayelerin sonunda hep yalnız kalmışlardı. Ne oldu bunlara, neden ucu açık kaldı diye soranlar oldu. Onunda bir hikayesi var. Buyrun;

Loş bir ışıkta sokaktan aşağıya doğru inen merdivenlerden ilerledi. Fazla değil birkaç basamak sonra evine gelecekti. Şehrin ücra bir köşesinde çevresindekilerin içini merak ettiği bir yerdeydi yıkılmaya yakın tek katlı ev. Oysa kaç deprem görmüştü o duvarlar. Bütün o sarsıntılardan sadece birkaç çatlak kalmıştı geriye. Kimse o çatlakları tamir etmemişti. Kimse eskiyen boyayı yenilememiş, kırılan camları değiştirmemişti. Sokağın altındaydı, insanların, evlerin kısaca her şeyin altındaydı.


Mavi renkli ahşap kapısını açarken derin bir nefes aldı. Kapı açıldıktan sonra ayakkabılarını dışarıda bıraktı. Onları içeriye almasına gerek yoktu. Biliyordu kimsenin almaya tenezür etmeyeceğini. Karanlıkta biraz ilerledikten sonra el yordamıyla bulduğu düğmelere bastı ve koridor aydınlandı. Portmantonun yanından geçerken giydiği eski püskü kabanı çıkardı. Bu esnada eve sinmiş olan eski kokusu genzini yakmaya başlamıştı ama umursamadı onu.

Her yanı fotoğraflarla kaplı koridorda ilerlerken oldukça yavaştı ve etrafına bakıyordu. Önce mutfağa girip bir bardak su içti. Ardından biraz daha ilerledi ve sağındaki ikinci kapıdan içeriye girdi. Uzun zaman öncesine ait mobilyaların bulunduğu bir salondaydı. Mobilyaların kimisi eskimiş, kimisi ise yırtılmıştı.

Tekli koltuğun yanına geldiğinde bir masa çekti kendine. Koltuğa oturduğunda çantasını masanın üzerine koydu ve içindekileri çıkarmaya başladı. Çantanın içindeki her şey çıktığında ise onları incelemeye başladı. Müzik kutusu tamir olabilirdi, çiçekler çok güzel kokuyordu, oyuncak ayı yatağının yanında güzel duracaktı ve mektupları okumak için can atıyordu.

İlk mektubu okuduğu zaman gülümsedi. Bu erkeğin mektubu olmalıydı. Diğer mektuba geçmeden önce oyuncak ayıyı geçici bir süreliğine vitrine müzik kutusunu ise sehpalardan birine koydu. Çiçekleri de cam bir vazoya koyduktan sonra koltuğuna geçti ve okumaya başladı.

“bu kadar kötü bir mektup olamaz” dedi kızgın bir sesle “ayrılıklar bu kadar kolay olamaz.”Öfkeden dişlerini sıkıyordu ve mektubu önce ikiye ardından dörde ve en son sekizi böldü. Yırtılmış parçaları yere attıktan sonra beyaz bir kağıt aldı ve yazmaya başladı.

“sevgilim bilmiyorum bu sana yazdığım kaçıncı mektup. Bilmiyorum duygularımı anlatabilmek için kaç tane daha yazmalıyım. Sonuçta zor benim için. Sana sarılıp gözlerinin içine baktığımda veya dudaklarında gezindiğimde hissettiklerimi anlatmalıyım. Bana aldığın müzik kutusu çalıyor şu anda. Geçen gün verdiğin çiçekler hala masamda, hala güzel kokuyorlar. Mektubu yazamayacağımı düşündüğüm sıralar geçen sevgililer gününde aldığın oyuncak ayıyı seviyorum. Bana güç veriyor o, hepsi bana güç veriyor.
Bazı zor anlar yaşıyoruz. Bazen kavga ediyoruz, bazen sesimiz yükseliyor ama ben bize dair umutlarımızı hiç kaybetmedim. Hep düzeleceğimizi, eskisi gibi olacağımıza inandım ben. Hiçbir zaman umutsuzluğa düşmedim. Bir şekilde tekrar eskisi gibi olacağımızı biliyorum. Buraya kötü şeyler yazmak istemiyorum. Asılda seni çok sevdiğimi söylemek istiyorum. Bilmiyorum sen neler yazıyorsun ama inan hiç önemi yok çünkü seni çok seviyorum. Bunu unutma lütfen” yazdıktan sonra sayfayı katladı beyaz bir zarfın içine koydu. Ardından üstüne “sana” yazdı ve öpücüğüyle mühürledi. Gözlerini kapattı ve hayaller ülkesine geri döndü. Hep ait olduğu yerde yaşamaya başladı.

Hep yapardı bunu. Önce insanların hatıralarını toplar ve ardından kendinde birleştirirdi. Kendine alternatif hayatlar yaratırdı aşık olduğu tek adam daha ona açılamadan trafik kazasında hayatını kaybettikten sonra. Onlu hayatlar kurgulardı ve hepsi mutlu sonla biterdi. Topladıklarını bunun için kullanırdı. Bu şekilde kimi zaman kavga eder kimi zaman hiç durmadan sevişirlerdi. Hayalleri onun tek gerçeğiydi artık o diye yastığına sarıldığında.

9 Mayıs 2013 Perşembe

MÜZİK KUTUSU


Kadın yatağına uzanmış, ellerini başının altında bağlamıştı. Tavanı seyrediyor ona baktıkça uzakları hayal ediyordu. Şu anda başka bir yerde olmayı çok isterdi ama hayat ona beklemesini söylemişti. Beklemek zordu aslında hele zamanın geçmediği zamanlarda. Özlem doluydu beklemek, yalnızlıktı ama bu yalnızlığın içinde umut da vardı. Bu yüzden beklemek bütün o kekremsi tadına rağmen tatlı geliyordu.

Yüzünde hafif bir tebessümle doğruldu yatağında. Yatağının kenarından aşağıya doğru eğilip siyah bir kutu çıkardı. Kutuyu iki eliyle tutup yatağının üzerine oturdu. Kutunun üzerindeki oymaları okşarken oda karalıktı. Hiçbir şey görmemesine rağmen buna ihtiyacı olmadığını biliyordu. Hissetmesi yeterliydi ve kutuyu açtığında odaya dolmaya başlayan gül kokusu onun için yeterliydi.

Öyle bir noktadaydı ki hissetmek artık yeterli gelmiyordu ve yatağının yanındaki gece lambasını açtı. Kutunun içindeki mektupları aldı ve sırayla okumaya başladı. Okudukça güldü yüzü, Okudukça mutlu oldu. Geçmişte yolculuk yaparken kutudaki fotoğraflara bakmaya başladı teker teker. Fotoğraflar onu anılarına götürdü. Çok mutlu olduğu zamanlarda dolaştıkça içini bir huzur kapladı. Beklemek ona kolay gelmeye başlamıştı.

 Mektupları okuyup kutunun içindeki gülü bir kez öptükten sonra yatağın yanındaki komodinin üzerinden küçük bir müzik kutusu aldı. Bunu o vermişti. Gemiciydi o, kaptandı ve yurt dışına çıkıp altı ay kadar da gelmeyecekti.  Bu müzik kutusunu verirken “beni ne zaman özlersen müzik kutusunu aç. Sana beni verecektir o” demişti. Bu yüzden her gece, evde olduğu her vakit müzik kutusunu açıp küçük balerinin dansını izlerdi.
Müzik ruhunu kaplamaya başladığında gözlerini kapatıp hayal etmeye başladı.

Altı hafta geçmişti. Günlerden 9 Ekim'di. Yani gelmesine 134 gün kalmıştı. Göz kapaklarının arkasında bambaşka bir diyara gitmişti. O diyarda onun yanındaydı. Beline sarılmış ve gözlerinin içine bakıyordu. Tenini kokluyor, nefes alış verişlerini dinliyordu.

Tam hayallerinin orta yerinde telefonundan kısa bir ses geldi. Belki ondan bir mesaj gelmiştir diye büyük bir heyecanla atıldı. Telefonunu eline aldı. Mesajın ondan olduğunu görünce hemen okumaya başladı “buraya kadarmış. Devam etmek istemiyorum. Bitti!” mesajı okuduktan sonra bir süre boyunca hiçbir şey yapmadı balerinin müziği bittiği sırada. Daha sonra mesajın ne demek olduğunu anlama çabaladı. Ardından sebepleri sorguladı.

Haklıydı yapmamalıydım dedi kendi kendine. Ama bunu nasıl anladı ki? Hiç kıpırdamamasına rağmen gözlerinden yaşlar aktı, hıçkırıklara boğuldu. Müzik kutusunu eline aldı ve açık olan camdan dışarıya fırlattı.

Müzik kutusu hızlı bir şekilde aşağıya düştü. Kaldırımlara çarptığında birkaç parçaya bölündü.

7 Mayıs 2013 Salı

SENİ O KADAR ÇOK SEVİYORUM Kİ!


İlk sabah güneşimsin ışıl ışıl...Göz bebeklerimde canlanıyorsun ve Seninle kalkıyorum buzlar bağlamış yatağımdan. Sesin yankılanıyor kulağımda… Seni o kadar çok seviyorum ki!Aldığım nefessin ciğerime dolan, içtiğim suyumsun yudum yudum. Ve ben;Sana doyamıyorum…

Seni o kadar çok seviyorum ki! Yalızlığımda üşüyorum. Kalbimin ateşi, bedenimin alevisin. Sende ısınıyorum, bu soğuk yaşantımda. Ben Sana; Bir tek Sana yanıyorum ve mum gibi eriyorum.. Seni o kadar çok seviyorum ki! Her gün göz yaşlarımda suladığım çiçeğimsin. Güllerde, menevşelerde arıyorum dudak izlerini, hani belki limon çiçeklerinde kokun, belki de bedenimi saran hanımelim gibisin. Koklayamadığım çiçeğimsin…


Seni o kadar çok seviyorum ki! Nisan yağmurları düşüyor gözlerimden. Yüreğimde sevgin bir boy daha yeşeriyor. Canlanıyor anılar yeniden; yeni baştan. Gökkuşağım gibisin beni saran… Seni o kadar çok seviyorum ki! Kalbimin sahiline dalga dalga vuruyorsun, vuruyorsun da özlemin dalga boylarını aşıyor, hasretinin yakamozunda dağılıyorum. Ve ben; kıyılarımda Sana ağlıyorum…

Seni o kadar çok seviyorum ki! Yolumda adım adım gölgem gibisin. Üzerine basmaya kıyamadığım hayalimsin, düşlerimsin, kolumda; yanı başımda... Ve Seninle konuşuyorum yalnızlığımda… Seni o kadar çok seviyorum ki! Kalbime dövmeni işliyorum bir daha çıkma diye. Sonra rengarenk boyuyorum ve her saniye üzerine bedenimden kan pompalıyorum…

Seni o kadar çok seviyorum ki! Kuşları kıskanıyorum, keşke benim de kanatlarım olsaydı. Olsaydı da Sana uçup gelseydim Seni doyasıya sevebilseydim… Seni o kadar çok seviyorum ki! Bu yüzden isyan ediyorum çoğu zaman. Beni ne biçim yaratmış Mevlam? Dünyada hiçbir şey vermeseydi bana da bir tek Senin kalbine girebilseydim, ve seninle yaşayıp ölebilseydim…

Seni o kadar çok seviyorum ki! Geceleri gök yüzünde ay çiçeğim gibisin. Seni seyrediyorum zifiri karanlığımda. Ben benden geçiyorum, sana dua’lar gönderiyorum kalbimin sonsuzluğundan… Seni o kadar çok seviyorum ki! Yıldızlardan gerdanlık yapıyorum. O narin boynuna! Ay; pırlanta oluyor yüzüğünde parmağına. Seni anıyorum gecenin al yalazında…

Seni o kadar çok seviyorum ki! “Şu an ne yapıyor” diyorum, acaba mutlu musun? Yoksa Sen de benim gibi ağlıyor musun? İnan.. İnan kahroluyorum. Ve mutlu olman için Dualar ediyorum… Seni o kadar çok seviyorum ki! Gözlerimde canlanıyorsun, buğulanmış camlara resmini çiziyorum. Sonra karşına geçip Seni seyrediyorum. Ve buğular ağlıyor, ben ağlıyorum…

Seni o kadar çok seviyorum ki! Bazen gözlerim dalıyor, seni arıyorum rüyalarımda. Yoksan uyanıyorum büyük bir acıyla. Sensiz hiçbir şey yapamıyorum… Seni o kadar çok seviyorum ki! Rüzgarlar sarıyor bedenimi, yağmurlarda yürüyorum ve göz yaşlarımı saklıyorum. Ben hala yolunda sırılsıklam ıslanıyorum…

Seni o kadar çok seviyorum ki! Gözlerinden kalbime şimşekler çakıyor, bedenim yanıyor, ben yanıyorum. Haykırmak istiyorum “geri dön” diye. Acıyarak, korkarak dönmeni istemiyorum… Seni o kadar çok seviyorum ki! Halının üzeri temizdi; altı pis. Şimdi altı temiz; üstü pis. Ben her şeyi sildim Sensiz ve sonsuza dek Seni bekleyeceğim. Seni ter temiz seveceğim…

Seni o kadar çok seviyorum ki! Şarkılar Seni anlatıyor bana. Şiirler, nameler, sözler... Oturuyorum Sana şiirler diziyorum. Kalbimin mürekkebi bitiyor kanımla yazıyorum...
“SENi SEViYORUM”

Seni o kadar çok seviyorum ki! Bir Allah’a taptım, bir de Sana. Secdemde dua’m, gönlümde tapınağımsın. Evet Sensin;Sadece Sen!Sen benim için eşsizsin… Seni o kadar çok seviyorum ki! En rüzgarlı tepelerdeyim. Belki saçlarının savrulmasını görürüm diye. Belki kokunu getiri bana, belki de beni alıp getirir sana. Seni çok özlüyorum. Ve bu yalnız dünyamda seni bekliyorum gel NEFESİM!

6 Mayıs 2013 Pazartesi

OYUNCAK AYIMI KİM ALDI?


Sahilde bir yerde bulutsuz gökyüzü denizin maviliğine güç veriyordu. Bu güneşli havayı ve denizin maviliğini gören herkes sahile koşuyordu. Sahil kenarında ki banklar dolup taşmış, çevredeki çay bahçeleri ise tıka basaydı. Fal bakan ve çiçek satan kadınlar hallerinden oldukça memnundu. Çiftler el ele tutuşup dolaşıyor, kimileri ise birbirlerine sarılıyorlardı.

Bütün bu ikililiğin ötesinde bazı insanlar yalnız yürüyordu. Bazen imrenerek bazen ise umursamamaya çalışarak seyrediyorlardı etraflarını. Kimileri ne zaman bir çift görseler bakışlarını çeviriyorlardı. Çiftler ne kadar kalıcı ise yalnızlarda o kadar gidiciydi orada. Oturmak yerine hızlı adımlarla yürüyor, ufka doğru bakıp uzaklara dalıyorlardı. Hayallerine gömülen birçok insan vardı. Hava güneşli, deniz masmaviydi ve herkes dışarıdaydı.

Bir aile çocuğuyla birlikte çocuklarıyla birlikte yürüyordu. Küçük çocuk hayran hayran uçuşan martıları izlerken bir balon satıcısı yanlarından geçiyordu. Balon satıcısı ilerlerken ona annelerinin elinden kurtulup ona doğru koşan çocuk sayısı artıyor ve bir süre sonra onların mızmızlanmaları duyulur oluyordu.

Bütün bunların hemen önünde denizin bitişiğinde bir sıra bank vardı. Etrafta gezinen herkes bu banklardan kalkacakları bekliyordu ama kimsenin kalkmaya niyeti yoktu. Banklarda oturanların çoğu çiftlerdi. Kimisi yaşlı, kimisi genç çiftler yalnız olmamanın tadını çıkarıyorlardı. Ancak içlerinde öyle birisi vardı ki birbirlerinin gözlerinin içine bir başka bakıyordu.

Birbirlerinin ellerini tutmuş, gözlerinin içine bakıyorlardı. İkisi de konuşmuyordu, konuşmaya ihtiyaçları yoktu. Beraberdiler ya mutluydular bu yüzden başka bir şeyin önemi yoktu o anda. Kız erkeğe biraz daha sokuldu ve erkek kolunu kızın omuzlarına doğru attı. Birbirlerine doğru biraz daha yaklaştılar. Erkek kızın saçlarını kokladı sonra öptü alnını.

Adam “sana bir sürprizim” var dedi. Kızın gözlerinin içine bakarak. Kız ise onun gözlerindeki kendi yansımasına bakarak “ne gerek vardı hayatım” dese de ona uzatılan oyuncak ayıyı aldı. Bir süre boyunca ayının tüylü derisini okşadı, ona sarıldı.
Ardından bir süre boyunca dudakları birbirlerine dokundu. Kız oyuncak ayıyı yanına koydu. Sonrasında sinemaya gitmeye karar verdiler. Hangi filme gitmeliyiz diye konuşarak uzaklaştılar.

Büyük bir aşkın göstergesi olan bir ayıcık kaldı geriye.

3 Mayıs 2013 Cuma

HERŞEY GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ OLMUYOR...


Her şey öyle güzel başlamıştı ki. Yüzyılın aşkı denecek kadar büyük bir aşktı! Fakat biri öyle düşünüyormuş. Gerçek hiçte böyle değilmiş. Birbirlerinden sakladıkları o kadar çok şey varmış ki. Korkudan anlatamıyor, konuşamıyorlardı. Yıllar böylece geçti. En sonunda bir karar verdiler. Mektup yazacaklardı.

Ve bir akşam;

Masada derin bir sessizlik vardı. Çalan müzik bile bu sessizliği bozamıyordu. Sanki her şey durmuş, hayat durmuştu. Fırtına öncesi bir sessizlik gibiydi, bir an sonra kaç geminin karaya vuracağını kimse bilmiyordu. Belki de fırtına çoktan kopmuş sahiller çoktan su altında kalmıştı.

Masanın üzerinde iki tabak yemek vardı. Hemen hemen hiç kimse dokunmamıştı onlara. Az kullanılmış ikişer çatal ve hiç dokunulmamış bir çift bıçak tabakların yanında yatıyordu. Masanın iki karşıt tarafında ise üzerilerinde “sana” yazan iki zarf duruyordu.

 Bir erkek ve bir kadın masada oturmuş birbirlerinin gözlerine bakıyorlardı. İkisi de konuşmuyor ve yemeklerini yiyorlardı azar azar. Tabaktakiler soğuyalı çok olmuştu. Birbirlerine bakarken akılları hep zarflardaydı. Mektuplardan birini erkek yazmıştı ve bir diğerini ise kız. Anlatamadıkları o kadar çok şey vardı ki bunları yazmaya karar vermişlerdi. İçlerinden ne geçiyorsa, ilişkilerinden ne bekliyorlarsa hepsini olduğu gibi yazacaklardı hiçbir kısıtlama olmadan. Özgürce anlatacaklardı ve böylece ilişkilerini kurtarmayı umacaklardır.

“Beklemenin bir anlamı yok” dedi erkek. Öyle bir andaydılar ki ya devam edecek ya da bitecekti, onca yılın yaşanmışlığı bir anda sona erecekti. Kız hafifçe başını salladı buna karşılık ve zarflarına doğru uzandılar.
Erkek zarfını açtı “böyle bir mektubu, yazıya nasıl başlarım bilemiyorum. O kadar fazla şey yaşadık ki şimdi durup birkaç satır yazmak çok zor geliyor. Bundan önce birçok mektubu yırtıp attım. Umarım bu mektup da aynı kaderi paylaşmaz. Ne kadar yazsam o kadar eksik kalıyor çünkü. Biz seninle çok güzel zaman yaşadık, harika anılarımız oldu ama şimdi durmuş ve birbirimizi sorguluyoruz. Garip kırk yıl düşünsem buradan geçeceğimiz aklımın ucundan geçmezdi. Şimdi kalkmış sana bizi anlatmaya çabalıyorum. Bizi nasıl anlatabilirim ki sana? Bizi anlatmak mümkün mü sanki? Ağlıyorum biraz ara vermeliyim yazmaya.” Derin bir nefes aldı ve kıza kısa bir bakış attı okumaya devam etmeden önce. Kızın yüzündeki ifadeyi inceledi ama kız ifadesizdi. Oysa mutlu olmalı, yüzü gülmeliydi.

Diğer taraftan kızın okuduğu mektupta çok başka şeyler yazıyordu. “Bu mektubu yazmak garip doğrusu. Sana olan duygularımı yazıya dökmek bilmiyorum, çok farklı. Şimdiye kadar birçok farklı şekilde kendimi sana ifade etmeye çalıştım. Belki çok başarılı olamadım bu konuda. Belki yetenekli değilim içimdekileri ifade etmede. Belki daha fazla çaba sarf etmeliydim. Senin neler yazdığını düşündüm hep. O kadar düşündüm ki bunu düşündükçe yazamadım. Sonra önemli olanın benim içimden geçenler olduğuna karar verdim. Sen nasıl olsa yazacaksın içinden geçenleri, buna müdahale edemem ama umuyorum ki ne yazarsan yaz bu satırları okuduktan sonra düşüncelerin değişebilir.

Bu satırları yazmamın sebebi hatalarını, hatalarımızı anlatmak değil. Seni suçlamak veya kötülemek hiç değil. Evet, hatalar yaptık. Kimisi oldukça büyük hatalardı ama hiç birinin geri dönülemeyecek olduğuna inanmıyorum. Bu mektubu yazmamın tek bir nedeni var o da seni geri kazanmak.” Kız için okudukları ağır gelmiş, boğazına bir yumru oturmuş ve gözlerinin kenarında ince bir sızı hissetmeye başlamıştı.
Erkek ise okumaya devam ediyordu “O kadar zor ki bunları söylemek sana. Gözlerini göremiyor olmak kolaylaştırıyor biraz ama yine de çok güç inan. Biz seninle yapamıyoruz hayatım. Artık yapamıyoruz ve ben denemeye devam etmek istemiyorum. Bilmiyorum dudaklarından dökülen bir çift kelimeyi duymadan nasıl idare ederim. Devam etmeyi denedikçe eksiliyoruz ve tamamlanma, bir olma sevdamızdan uzaklaşıyoruz. Seni sevmiyorum diyemem, yalan olur ama artık sana aşık olduğuma inanmıyorum.

Adamın söyleyecek kelimesi kalmamıştı artık. Ne yapacağını hiç bilemiyordu. Mektubun son bölümünü bir kez daha okudu. Kızın yüzüne bakacak gücü bile bulamıyordu kendinde. Ellerindeki mektubu masanın üzerine bıraktı ve bir şey söylemeden gitti. Artık söylenecek söz kalmamıştı. O gittikten sonra geride şaşkınlıkla bakakalan kız kalmıştı. Özellikle elindeki mektubun son kısmı onu yazdıklarından dolayı suçluyor, gözlerinden akan yaşların sebebi oluyordu. “Sana bunu hiç söylemedim belki ama seni tüm kalbimle sevdim. Belki yeterince belli edemedim ama seni ben her şeyden çok sevdim. Bana ne yazacağını bilmiyorum ve umurumda da değil. Belki bütün söylediklerim havada kalacak ve hiçliğe gidecek. Sadece şunu bilmeni istiyorum ki hayatımın kalanında yanımda olmanı istiyorum. Karım olmanı istiyorum. Benimle evlenir misin?”

Kız mektubun son bölümünü defalarca kez okudu, ağladı ve sonra tekrar okudu. Bir süre sonra mektubu masaya bırakarak ayağa kalktı ve çıkışa doğru ilerledi. İki mektup bir süre boyunca karşılıklı olarak bakıştı.

30 Nisan 2013 Salı

İÇİMDE BİR DÜNYA VAR; SENLE DOLU

Neler neler diyor kalbim, beynim, ruhum... Öyle bir tartışıyorlar ki bu üçlüyü durdurmak ne mümkün.Ben sus diyorum. Susturuyorum. Öylece kalsın, dağınık, soğuk, ıssız...

Oysa ne umutlu başlamıştı aşk masalı. O masal demese de sonradan anladı masal olduğunu. Soğuk kıyamet yapıştı sol yanına. Bir türlü kurtulamadı. En çok da Ekimde ağladı... Sonbaharın tam ortasında, ömrünün baharının tam ortasında. Ağla ağla içini dök dedim ona. Ya ne deseydim. SUS diyebilirdim. Sadece SUS... Ders al, unut ve sus. Öyle yaptı. Şimdi mutlu sanırım, tam emin olamasam da...

Seyret dünyanın güzelliğini. Seyret ve şükret. Bütün bunları yaratan, ve bütün bu güzelliği görmeni sağlayan Yüce yaratıcının kulusun... Kimse seni sevmese bile O seni çok seviyor. Bunu biliyorsun değil mi?

O zaman her yeni güne umutla uyanmak varken canını sıkma dostum. Düşünsene seni seven, seni senden daha iyi bilen Tanrı, senin çekemeyeceğini düşündüğü, kaldıramayacağın bir dert verir mi?

Ne yap şimdi biliyor musun?

Biraz sus... Bu lafım kime? Belki kendime, belki sana. Belki de O'na. Aslında hepinize, hepimize. Çünkü çoğu zaman susmayı yeğleriz. Sebebi ise yalan söylememek! Doğruları söylemek istemediğimizde susarız.


Susmak kadar anlamsız bir şey yok ama ne yazık ki sürekli susarız. Karanlıklardan şikayet ederiz; ‘’çekilin yolumdan’’ diye. Sen daha kendine hesap sorup, susturamazken kendini, karanlığa karşı nasıl böyle cesaretli olabiliyorsun? Susman gereken yerde konuşuyor, konuşman gereken yerde susuyorsan; kusura bakma karanlık ne yapsın? Yalanların içinde kayboluyorsan, halen daha kaybolmaya devam ediyorsan yine kusura bakma ki bu senin seçimin. Sebebi açık. Bu bir isyan, isyandan geri kalan ise YALAN.

Yalan bir SEN, Yalan bir O, Yalan bir DÜNYA, Yalan bir RÜYA, Yalan bir HAYAT... Her şey yalan olunca ne kalacak geriye. Kime güveneceksin. O en güvendiğini bile aldıysa Tanrı, kime güveneceksin benden başka?

Biraz sus! Geç oldu… Ağzını boş laflarla doldurmandaki pişmanlıklar vakti geldi. Sen şimdi yanlış bir hikayenin ortasında kalmışsın. Ne susabiliyorsun bu hikayede, ne de kendini duyurabilecek kadar konuşabiliyorsun… Sende bilmiyorsun nasıl böyle olduğunu, nasıl buraya geldiğini. Az önce söylediğim gibi isyandan geriye kalan yüzünden; YALAN.

Artık sen de ne yapacağını bilmiyorsun değil mi?

Sana bir sır vereyim o zaman; ‘’Gözlerini sadece bakmak ya da görmek için kullanma.’’ Bu sırrı herkes bilmez. Kadrini kıymetini bil. Bu sırrı çözersen işte beni de çözersin. Gerisi zaten çorap söküğü.

Neden uğraştırıyorsun da söylemiyorsun diyorsun; öyle mi? Ben onları söylersem alırlar seni benden. Duymasınlar, bilmesinler diye söylemiyorum. Ama bekliyorum. Eğer bu sırrı çözersen göreceksin ki ta baştan beri...... neyse artık veda vakti.

Ben mi? Ben; Nasıl girdiğimi bilmediğim, çıkışının da olduğundan şüphe duyduğum, karanlık bir tünel içindeyim… Korkmuyorum! Sonundaki ışığı görmesem, seni bilmesem, kendimi bilmesem korkardım. Tek başımayım sanma. İçimde koca bir dünya var senle dolu...

Hadi gel çıkışta bekliyorum...

18 Nisan 2013 Perşembe

AŞK DİLE GELSE

Nerde o eski günler der dururuz sürekli. 90'lar, 80'ler, 70'ler der dururuz. o zamanlar çok şeyden şikayetçi olsak bile, hani geçtiya o günler şimdi ararız.

Gelen gideni aratır misali. Gelen yıllar hep giden yılları arattı. Hiç birşey eskisi gibi değil artık!

Zaman değişti, insanlar değişti, toplum değişti. E tabi çelikte değişti diyerek espri anlayışımızın bile değiştiğini üstüne basa basa belirtmek isterim.

Bu değişim bazı yönlerden iyi gibi gözükse de aşka hiç yaramadı! Sevgiye, saygıya, sadakata, görgüye hiç mi hiç yaramadı...

Şimdi deli gibi kaçıyoruz aşktan. Korkuyoruz ve itiraf etmeliyiz ki çoğu aşkı küçümsüyoruz. Çünkü hiçbiri gerçek değil! Hepsi yapmacık!

Neydi aşk: Bencil olmamaktı, kendinden çok başkasını sevmekti, saygıydı, görgüydü, sadakatti, medeniyetti AŞK...

Şu an düşünüyorum. Dünyada insanların sorunlarını, dertlerini, tasalarını, sevinçlerini, çözülememiş, sebebi açıklanamamış, çoğu insanı yakmış kül etmiş bir kelimeye geliyor sıra : AŞK! Ve düşünürken: tıkanıyorum, konuşamıyorum, nefes alamayacak gibi oluyorum.

Bu çok özel bir kelime herkesin dilinde sakız ne yazık ki, hak etmediği muameleyi görüyor. Yoruyorlar aşkı, kirletiyorlar aşkı, ordan oraya savuruyorlar. Aşk bitip tükenmiş, değersizleşmiş sanki. Yalan olanlardan kaçamıyor, herkes onun arkasına sığınıyor.

Yaşamadığı şeyler hakkında onu suçluyor, onun adını veriyorlar. Bir tek suçlu var o da AŞK diyorlar.

Aşk çaresiz susuyor ve diyor: Ben suçlu olmaya hazırım ama ortada benim adımı söylettirecek bir duygu yok!

Bu kadar basit mi diyor, insanlardan korkuyor. Artık sahici bir şeyler istiyor ama yok! Bitmiş, tükenmiş.

Teknoloji gelişmiş, insanlar değişmiş beni yok etmişler! diyor. Artık unutulmuş aşk! Aşkın edebi, terbiyesi acımasızca unutulmuş, yok edilmiş.

Bunlar geçiyordu beynimden tek tek bir hışımla. Yorulmuyordu beynim, üsteliyordu. Cevaplanmamış sorulara bir cevap bulmaya çalışıyordu. Olmuyordu ya ama olmasa da deniyordu işte.. En güzel, en gerçek aşk nasıl sorusu geldi aklıma.

Bir sürü şey düşündüm: aşk dip dibe yaşamak değildir illaki. Aşkın ne zaman geleceği belli olmaz. Aşkın mantığı olmaz! Konuşulmadan yaşanan şeydir aşk, derken derken insanın hiç görmediği birine de aşık olabileceğini düşündüm. Tanımadığı, hayalindeki birisine belki.

Ya da uzaktan uzağa sevdiği birisine. O kişi bunu bilmiyor olabilir. Ama o ona en güzel duyulan aşk duygusunu besliyordur. Gösterişsiz, kendi içinde. Masum... Diğer insanların ki gibi kirlenmemiş, değişmemiş, itici bir hale gelmemiş bir aşkı.

Öyle derinlemesine yaşıyordur ki hem de; herkesten daha çok, daha gerçek. Bu acının kutsal olduğunu bilecek kadar şuuru yerinde, ama bir o kadarda acıyla yandığı halde sevmekten vazgeçemeyen bir deli gibi.. . Konuşmadan, anlatmadan kendi içinde kavrularak belki. Sevgisini anlatıp kirletilmesinden korktuğu için, onu kimselere anlatmaya kıyamadığı için yaşanan aşktır belki.

Böyledir aşk dedikleri şey. Herkes aşık olamaz, zırt pırt aşık olunmaz. Yanılmaz... Tehlikelidir aşk, acıdır. Sonunun ne olacağı hiç belli olmaz. Akla gelen her kişiyle aşk yaşanmaz. Zorlamayla olmaz aşk! Rolsüzdür, gösterişsizdir aşk. Kendini çok seven bir insanın yaşayamacağı şeydir aşk. Asildir, öyle saf ve durudur ki hiç bir art niyet aranmaz.

Herkes aşık olduğunu sanır, Yanılır. Aşk böyle olmaz, böyle yaşanmaz. Onu yaşayan ve yaşatan çok azdır. Hele günümüzde neredeyse hiç kalmamıştır. Yani aşk eski bir değerdir bizim için. Çünkü onun efsaneleri, gerçekleri ne varsa eskilerde kalmıştır.

Şimdi herkesin dilinde bir aşk var. Şarkı sözlerinde, laçkalaşmış insan yaşamında sürekli aşk. Güya herkes aşık, herkes çok kötü bir durumda. Herkesin dilinde, ordan oraya sürüklenip duruyor. O kadar çok yerdeki adı, o kadar çok gözümüze gözümüze sokulmaya çalışılıyor ki... Herkes aşık olduğunu söylüyor, acısını reklam yapıyor. Aşk kirleniyor.

Her yer sadece adı aşk olan şeylerle dolu. Onu gerçek anlamda yaşayanlar neredeyse hiç yok! Ne varsa aşk aşk aşk... Bu kadar basit mi, bu kadar kolay mı aşık olmak? Sen durmadan aşkını, sevgini ağzına alıyorsun. Dünyaya gösteriyorsun. Saçma sapan şarkı sözlerinde, şiir dizilerinde yaşatıyorsun.

Ne çok aşk yaşayan var ama gerçekten yanan, kavrulan yok! Gerçekten aşık olan insanın ağzında bu kadar aşk kelimesi olmaz! Aşkın en güzeli, en gerçeği içte yaşanır. Anlatılmaz ki... Heyecandır aşk. İki üç günlük aşklar için oyuncak olmayı hakkeden bir şey değildir aşk.

Anlayamıyorum bu kadar masum, özel, söylenmesi zor olan bir kelimeyi insanlar nasıl oldu da bu kadar basit hale getirdi? Yaşanması çok zor olan bir şeyi insanlar nasıl oldu da bu kadar kolay bir hale soktu?

Ne zamandan beri insanların aşk kelimesinden midesi bulanır hale geldi. Aşkla ilgili şarkı yapmak, şiir yazmak bu kadar basit bir iş miydi. İpini koparan asıldı aşka. Reklam malzemesi haline getirdi. Gösteriş meraklısı insanların, anlayamadığı duyguları yaşadığı sanılıp yok edildi. Artık bu yaşanan aşklardan midem bulanıyor...

Çaresizim, elden yapacak hiç bir şey gelmiyor. Fare gibi öyle bir yayılmışlar ki toplumun içine bulamıyorsun, bulsanda bir şey yapamıyorsun. Ne bir engel koyabiliyorsun ne bir çare bulabiliyorsun.

Aşkı hak etmeden yaşayan, yaşadıklarını sanan insanları izliyorsun. Biliyorsun bunun sadece adı AŞK.

Ama hiç biri gerçek değil...


SENİ SEVİNCE ANLADIM...



Ve Can Yücel'in müthiş bir yazısını uyarlayarak devam ediyorum.

Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını, kendimi bulduğumda anladım. 
Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu varmış, Kendi yolumu çizdiğimde anladım.. 
Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat, okuyarak, dinleyerek değil.. Bildiklerini bana neden anlatmadığını, anladım..
Yüreğinde aşk olmadan geçen her gün kayıpmış, Aşk peşinden neden yalın ayak koştuğunu anladım.. 
Acı doruğa ulaştığında gözyaşı gelmezmiş gözlerden, Neden hiç ağlamadığını anladım..
Ağlayanı güldürebilmek, ağlayanla ağlamaktan daha değerliymiş, Gözyaşımı kahkahaya çevirdiğinde anladım..
Bir insanı herhangi biri kırabilir, ama bir tek en çok sevdiği, acıtabilirmiş, Çok acıttığında anladım..
Fakat, hak edermiş sevilen onun için dökülen her damla gözyaşını, Gözyaşlarıyla birlikte sevinçler terk ettiğinde anladım..
Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet, Yüreğini elime koyduğunda anladım..
”Sana ihtiyacım var, gel ! ” diyebilmekmiş güçlü olmak, Sana ”git” dediğimde anladım.. 
Biri sana ”git” dediğinde, ”kalmak istiyorum” diyebilmekmiş sevmek, Git dediklerinde gittiğimde anladım..
Sana sevgim şımarık bir çocukmuş, her düştüğünde zırıl zırıl ağlayan, Büyüyüp bana sımsıkı sarıldığında anladım..
Özür dilemek değil, ”affet beni” diye haykırmak istemekmiş pişman olmak, Gerçekten pişman olduğumda anladım..
Ve gurur, kaybedenlerin, acizlerin maskesiymiş, Sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış, Yüreğimde sevgi bulduğumda anladım.. 
Ölürcesine isteyen, beklemez, sadece umut edermiş bir gün affedilmeyi, Beni af etmeni ölürcesine istediğimde anladım..
Sevgi emekmiş, Emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş… Seni sevince anladım.

23 Mart 2013 Cumartesi

MUTLULUĞUN %100 GARANTİ YOLU


Doğan Cüceloğlu: Arkadaşlar,
aranızda ölümcül hastalığı olan var mı?

Bir katılımcı: Allah'a şükür, hocam, bildiğimiz kadarıyla yok.

Cüceloğlu: Ne güzel! Peki, bana, istisnasız tüm insanların,
yani altı milyar insanın da başına geleceği garanti bir şey söyler misiniz?

Cevap neredeyse otomatik olarak çıkar: Ölüm!

Cüceloğlu: Gerçekten de ölüm tüm insanların başına geleceği kaçınılmaz olan tek şeydir. Doğum da tüm insanların başına kesinlikle gelmiştir, ama bundan sonra başa gelmesi kesin olan tek şey ölümdür. Başka hiçbir şey insanların tümünün başına gelmeyecektir. Peki, madem öleceğimiz garanti, bu benim ölümcül bir hastalığım olduğunu göstermez mi?

Katılımcılar burada sessizce, başlarıyla onaylamaya başlar. Öleceğim belli ise benim ölümcül bir hastalığım olduğu da açıktır...

Cüceloğlu: Peki, ne zaman öleceğimizi biliyor muyuz?

Katılımcılar: Hayır

Cüceloğlu: Bu saniye içinde olma olasılığı var mı?

Bir katılımcı: Var.

Cüceloğlu: Yarın?

Bir katılımcı: Evet.

Cüceloğlu: 30 yıl sonra?

Bir katılımcı: Olabilir.

Cüceloğlu: Peki bunlardan hangisinin sizin başınıza geleceğini biliyor musunuz? Mesela bu akşam eve sağ salim varacağınızı nereden biliyorsunuz?

Sınıf sessizce dinlemeye devam eder. Çünkü genellikle yaşama böyle bakmamışlardır.

Cüceloğlu: Peki bir de tersini düşünelim, bu akşam eve döndüğünüzde, bu sabah evden çıkarken sağ salim bıraktıklarınızı sağ bulma garantiniz nedir? Var mıdır böyle bir garanti?

Bir katılımcı: Yoktur Hocam.

Cüceloğlu: Peki nereden biliyoruz az sonra telefonun çalmayacağını ve evdekilerden birinin az önce öldüğünün bize söylenmeyeceğini?

Katılımcılar burada rahatsız olmaya başlar.

Bir katılımcı: Hocam konuyu değiştirsek?

Cüceloğlu: Ama en yalın ve açık gerçek üzerine konuşuyoruz, biraz daha devam edelim bence. Peki, acaba bunu dün gece bilseydiniz, yani evde akşam birlikte olduğunuz kişilerden birinin yarın ölüm günü olduğunu bilseydiniz, o zamanı aynı dün gece olduğu biçimde mi geçirirdiniz? Yoksa farklı şeyler mi yapardınız?

Bir katılımcı: Kesinlikle çok farklı geçerdi Hocam.

Cüceloğlu: Şimdi sizden rica ediyorum, lütfen bir an arkanıza yaslanın, gözlerinizi kapatın ve bu sabah evden çıkarken evde bıraktıklarınızdan birinin gerçekten öleceğini düşünün, dün akşamınızı nasıl geçirirdiniz? Aynı iletişim mi olurdu? Onunla aynı konuları mı konuşurdunuz? Aynı konular, tartışma ya da gerginlik yaratır mıydı? Yoksa önemsiz hale mi gelirdi? Bu sabah evden çıkarken, bu son görüşünüzde ona ne derdiniz? Onun boynuna sarılmakta tereddüt eder miydiniz? Çok sıkı sarılmaya mı, aynaya mı vakit ayırırdınız? Ona, yüreğinizin derininden gelen bir "Seni gerçekten çok seviyorum" demeye ne gerek var diye düşünür müydünüz? Onun ölecek olması sizin ona duyduğunuz sevgiyi yoğunlaştırmaz mıydı?

Burada bazı katılımcılar ağlıyordur. Belli ki dün akşam yaptıklarından bir kısmının ne kadar anlamsız olduğunu şimdi fark etmişlerdir.

Cüceloğlu: Şimdi gözlerinizi açabilirsiniz, acaba kaç tartışmamızı bu kadar gereksiz biçimlerde yapıyoruz, kaçı gerçekten yaşamda karşımızdakinin varlığından daha önemli, hangilerinde "Şimdi kalbini kırdım, ama zaman içinde ben ondan özür dilemesini bilirim" diye kendi kabuğumuza çekilip tartışmaları donduruyoruz. Yarattığımız kırgınlıkları tamir etme olanağımız gerçekten var mı?
BUNA ZAMANIMIZ GERÇEKTEN KALDI MI?


Doğan Cüceloğlu'nun eğitimindeki katılımcılarla bir konuşmasından.


TÜM AYDINLIKLAR KADINLARIN OLSUN...


Orta yaşlı ve düzgün giyimli bir adam sessizce kafeye girerek köşedeki masaya oturur.

Garsona sipariş vermek için beklerken yan masadaki gençlerin kendisine bakarak gülüştüklerini fark eder. Belli ki yakasına taktığı küçük pembe kurdele şeklindeki Rozetine gülmektedirler. Bu alaylı bakışları görmezden gelen adam, yan masadakilerin bu ısrarlı sırıtmalarına dayanamayarak elini lacivert ceketinin yakasındaki rozete götürerek,

'Bu mu?' diye bakışanlara sorar.

Yan masadakiler yüksek sesle gülerek,

'Küçük güzel Pembe kurdeleniz lacivert ceketinize pek de yakışmış!' diyerek sırıtmaya devam ederler.

Orta yaşlı adam bu sözü söyleyen delikanlıya dönerek,

'Lütfen masama buyurun bunu tartışalım' der.

Biraz önce tüm sevimsizliğiyle sırıtan delikanlı sebebini anlamadığı bir utanma ve sıkıntı hissine kapılsa da gelip masaya oturur.

Adam anlaşılır ve yumuşak bir sesle,

'Bu Rozet tüm dünyada, içinde olduğumuz ayda, kadınların arasında meme kanseri bilincini yaygınlaştırmayı ifade ediyor.

Ben bu rozeti annemin adına takıyorum' der.

Bu açıklama karşısında başkalaşan delikanlı,

'Çok üzüldüm, anneniz meme kanserinden mi öldü' diye sorar.

'Hayır' diye cevap verir orta yaşlı adam ve devam eder:

'Annem sağ. Küçük bir çocukken kendimi yalnız hissettiğim korkulu anlarımda her zaman başımı saklayabileceğim ve huzur bulacağım yumuşak bir yuvadır annemin memeleri. Annemin sağlığı için dua ediyorum.

'Hımmm' diye kekeler delikanlı.

'Bu rozeti karım için takıyorum' diye devam eder orta yaşlı adam.

'Karınız da herhalde iyi' diye sorar delikanlı.

'Evet, evet' der adam

'Karım benim için aşk ve sevgi kaynağı olmuştur her zaman. 23 yıl önce sevgili kızımızı beslemiştir memesiyle. Karımın sağlığı için Allah'a şükrediyorum.'

'Sanırım kızınızın sağlığı için de takıyorsunuz?

'Hayır.... Kızımı bir ay önce meme kanseri nedeniyle kaybettik.

Yaşının çok genç olduğunu düşünerek ihmal etmiş memesinde fark ettiği kitleyi. Bu nedenle geç kaldık.'

Genç delikanlı, yüzündeki utangaç ve üzüntülü bir ifadeyle,

'Çok üzgünüm bayım. Özür dilerim' der...

Orta yaşlı adam 'Kızımın anısına öğünerek takıyorum Bu küçük pembe kurdeleyi. Bu sayede çevremdekileri de aydınlatabiliyorum. Şimdi evine git, karınla, kızınla, annenle konuş' deyip cebinden çıkardığı küçük pembe kurdele rozetini uzatırken, delikanlı öne eğilir ve takmama yardım edebilir misiniz?' diye mahçup mahçup sorar.


Bu öyküyü Türkiye Meme Vakfı'ndan Dr. Can Gürbüz gönderdi..

Öykünün altına bir de not düşmüş:

'Bir mumun, diğer mumu yakarak aydınlatmasıyla kaybedeceği hiçbir şey yoktur..'

Lütfen bu hikâyeyi yayarak diğer mumları da aydınlatın...

TÜM AYDINLIKLAR KADINLARIN OLSUN...

20 Şubat 2013 Çarşamba

KADININ İÇİNDEKİ KÜÇÜK KIZ


Bülent avucunu açmış kendisine doğru elini uzatan adama ters ters baktı. Elli yaşlarında gösteren adam görmeye alıştığı hırpani kıyafetli dilencilere benzemiyordu. Üzerindeki giysiler eski fakat temizdi. Eli yüzü temiz ve sağlıklı görünüyordu.

"Sapa sağlam adam gidip çalışacağına dileniyor belki benden daha zengindir" diye düşündü. Zaten canı çok sıkkındı birde sinirlenmişti.

Alaycı bir ses tonuyla:Ekmek parası mı istiyorsun ? diye sordu.

-Hayır çikolata parası lazım!

Bülent'in kızgınlığı şaşkınlığa döndü. `Espri yeteneği olan dilencinin hali de başka oluyor` diye düşündü.

- Niye siz ekmek bulamayınca çikolata mı yiyorsunuz?

- Hayır. Ekmek bulamadığımız günler genellikle bulgur pilavı yeriz onu da bulamadıysak aç yatarız.

Bülent adamın ciddi mi konuştuğunu yoksa dalga mı geçtiğini anlayamamıştı.

-Bu gün karnınız doydu üstüne tatlı mı istedi canınız?

-Fakirin canı mı olur ki tatlı istesin beyim.

- Bu bir kamera şakası mı yoksa sen iş bulamamış stendapçı mısın?

- Hiçbiri değil. Sadece fakirim. Bugün karımın doğum günü ona çikolata götürmek istiyorum.

-doğum gününde yaş pasta alınır bildiğim kadarıyla.

-O bizim için değil zenginler için. Otuz yıllık evliliğimiz boyunca ona bir kez bile yaş pasta alamadım. Ama her doğum gününde mutlaka çikolata götürdüm. Çikolatayı çok sever.

Adamın söyledikleri Bülent'in dikkatini çekmişti. O akşam karısıyla kavga etmiş kapıyı çarpıp kendini sokağa atmıştı. Arabasına da binmemiş sahile kadar yürümüştü. Denizi seyretmek de onu rahatlatmamıştı. Oysa eskiden denizi seyrederken çok rahatlardı.

Dalgalar sıkıntısını alıp götürürdü.Fakat karısının evde ağlıyor olduğunu bildiği için olsa gerek hiçbir şey onu rahatlatmıyordu. Dilenciyle konuşurken biraz kafası dağılmıştı.

"Acaba söyledikleri gerçek mi yoksa uyduruyor mu" diye düşündü.

-Cebinde bir çikolata alacak para yok mu şimdi?

Bülent'in sorusu üzerine adam ceplerini boşalttı bir nüfus cüzdanından başka bir şey çıkmadı.

- Ben dilenci değilim. Işim yok. Günlük çalışırım ne iş bulursam yaparım.Fakat bu gün bütün gün iş aradım aksilik bu ya hiçbir iş bulamadım.

Bülent oturduğu bankı işaret ederek yer gösterdi.

-Oturun biraz dertleşelim bari dedi. Adam çekingen çekingen oturdu yanına.

-Yok mu eşin dostun borç alacak akraban?

-Fakirin akrabaları da fakir olur beyim. Bulurlarsa kendi karınlarını doyururlar.

-Dilenecek kadar çok mu seviyorsun karını ?

-Hem de çok seviyorum. Otuz yılımı aydınlattı o benim.

-Hımmmm. Aşk hemde otuz yıl süren aşk. Hayret doğrusu! Aşkın ömrü en fazla üç yıl diyorlar oysa. Sen otuz yıldan bahsediyorsun.

-Evet. Geçen yıllar sevgimi azaltmadığı gibi artırdı.

-Söyle o zaman nedir evlilikte mutluluğun sırrı? Söylediklerine bakılırsa sen mutluluğun formülünü bulmuş gibisin.

-Ben ilkokulu bile bitirmedim. Öyle formül falan bilmem.

- Formül dediysem kimya formülü sormuyorum canım. Bende altı yıllık evliyim. Sevdiğim kadınla evlendim fakat mutlu değilim. Sürekli kavga ediyoruz.Daha iki saat önce kapıyı çarptım çıktım. Evimiz arabamız işimiz gücümüz her şeyimiz var ama mutlu değiliz. Senin hiçbir şeyin yok ama mutlusun.Para mı acaba bizi mutsuz eden?

-Hiçbir şeyim yok mu? Hayır benim her şeyim var. Benim karım her şeyim.Sevgilim eşim arkadaşım hayat yoldaşım. Hayatımı paylaştığım insandan daha değerli ve daha önemli ne olabilir ki dünyada? Sizin ev araba iş diye her şey dediğiniz şeylerdir aslında hiçbir şey olan.

-Öyle deme şu kadar varlığın içinde bile karım her şeyden şikayet ediyor.Bir de fakir olsam kim bilir ne olur?

-Altın tasın kan kusana faydası yoktur beyim. Sen kadın ruhunu hiç anlamamışsın. Hiçbir kadın iyi bir evde oturduğu her gün çeşit çeşit yiyecekler yediği için mutlu olmaz. Bir kadın kocasının her şeyi olduğunu bildiğinde ancak mutlu olur.

-Sizin mutluluğunuzun sırrı bu mu ?

-Olabilir. Ben karıma değerli şeyler alamıyorum ama ona benim için ne kadar değerli olduğunu hissettiriyorum. O da çok mutlu oluyor.

-Bir kadına değerli olduğunu nasıl hissettirilir?

-Küçük kızı severek.

-Küçük kız mı ? Hangi küçük kız ?

-Yaşı kaç olursa olsun her kadının içinde hiç büyümeyen bir küçük kız vardır. O kızı ne kadar çok sever ne kadar çok mutlu edersen o kadını da o kadar mutlu edersin.

-Nasıl yani ?

-Küçük kız neleri sever nelerden hoşlanır bir düşünün. Küçük kızlar hep beğenilmek ilgi görmek isterler. Güzel olduklarını duymaya bayılırlar.Kendilerine prensesmiş gibi davranılmasını beklerler. Küçük kızlar hep prenses olmayı hayal ederler. Sürprizlerden hoşlanırlar. Biraz şımartılmak isterler. Sevilmek ve sevildiklerini hep duymak isterler. İltifata doymaz küçük kızlar. Öyle değil mi?

-Haklısın. Benim dört yaşımda bir kızım var. Adı Aylin. Her akşam boynuma sarılır "babacığım beni ne kadar seviyorsun?" diye sorar.Giysisini değiştirdiği zaman etrafımda "Baba güzel olmuş muyum?" diye sorar durur.

-Güzelsin demem de yetmez ona. " Harikasın prenses gibi olmuşsun"demeliyim. Dünyanın en güzel kızı demeliyim.

-İşte kadınlar bir ömür boyu bunu duymak isterler. Ben elli yaşındaki karıma böyle davranıyorum. Ömrümüz olurda seksen doksan yıl da yaşarsak ben ona böyle davranmaya devam edeceğim. Ona "bebeğim" diye hitap ediyorum çok hoşuna gidiyor. "Bebeğim bana bir çay yapar mısın?" dediğimde çay yapmak için nasıl koşturduğunu görmelisiniz.

-Hiç kavga etmez misiniz siz?

-Kavga evliliğin tadı tuzu. Arada biz de tartışırız. Küsüp barışmanın tadı ayrıdır. Benim karım bir keçi kadar inatçıdır. Onunla barışmak için uğraşmak ayrı bir keyif verir bana.

-Benim eşim çok ciddi kadındır. Hiç küçük kız havası yok onda.

-Küçük kızlar büyüdükleri zaman artık sevgi ilgi istemeye utanırlar. En ciddi yada en yaşlı kadının bile o küçük kız mutlaka vardır. Yeter ki sen o tatlı kızı sevindirmeyi mutlu etmeyi bil. Ve o küçük kızı asla aldatma.Yoksa bir daha sana güvenmez ve ne yaparsan yap hep kuşkuyla bakar.Küçük kızlar hem çabuk mutlu olurlar hem de çabuk kırılırlar.Çok narindir onlar.Hoyrat elleri sevmezler. Yumuşak dokunuşları severler.

-Bu tavsiyenizi deneyeceğim. Fakat her zaman yapabilir miyim bilmiyorum.Bazen işlerim çok yoğun oluyor o zaman eve çok yorgun gidiyorum.

-Bu sadece bir bahane. O küçük kızı mutlu etmek dünyanın en kolay işi.Çoğu zaman birkaç tatlı söz yeterli olur. Sen o küçük kızı mutlu ettiğinde karşılığını fazlasıyla alırsın. Artık o seni rahat ettirmek için elinden gelen gayreti gösterir. Karısı mutlu olmayan erkek mutlu olamaz. Mutlu olmak isteyen erkek önce hayat arkadaşını mutlu etmelidir. Düşünsene somurtkan mutsuz sürekli söylenen biriyle yolculuğa çıksan ne kadar mutlu olabilirsin.

-Haklısın da bende bütün gün ailem için çalışıp yoruluyorum.

-Yine para yine dış sebepler. Evet para önemli ve gerekli ama kadınlar para için erkekleri sevmezler. Para geçici mutluluklar verir. kadınlar hediye almayı severler. Paran varsa hediye al tabi.Ama hediyeyle mutlu olmasını bekleme. Hediyenin yanına sevgini katmazsan hediyenin bir anlamı yoktur.

Benim hiçbir zaman çok param olmadı. Günlük kazandım günlük yedik.Bazen aç kaldığımız günler oldu. Hiçbir zaman karımın kulaklarına altın küpe takamadım ama her zaman aşk sözleri fısıldadım. Hiçbir zaman boynuna pırlanta gerdanlık alamadım ama hep öpücüklerle sevdim boynunu. Hiçbir zaman ona ipek elbiseler giydiremedim ama kendi bedenimle ipek elbise gibi yumuşacık sardım bedenini ve mutlu ettim onu.

Adam ayağa kalktı.

-Bana müsaade artık gitmeliyim karım merak eder. Sende git evine küçük kızın gönlünü al belki o küçük kız şimdi evde ağlayıp duruyordur.

Bülent de ayağa kalktı. Kuvvetlice elini sıktı.

-Sizi tanıdığıma çok memnun oldum.

Elini bıraktı koluna girdi. Yolun karşısındaki pastaneyi gösterdi.

-Hadi gel eşin için şuradan çikolatalı pasta alalım dedi.

Pastayı aldılar. Adam hayatında ilk defa karısına yaş pasta götürmenin mutluluğuyla bin bir teşekkür ederek evinin yolunu tuttu.

Bülent de pastahanenin yanındaki manavdan karısının en sevdiği meyvelerden aldı.

Evine geldiğinde karısı şişmiş gözlerle mutfak masasında oturmuş su içiyordu. Bülent hiç konuşmadan meyveleri büyükçe bir tabağa döküp yıkadı. sonra eşinin önüne koydu.

-Bunlar dünyanın en şanslı meyveleri dedi. Inci hiç konuşmadı.

-Sorsana "niye" diye..

Inci kızgın kızgın: -Niye? Diye sordu.

-Çünkü dünyanın en güzel ve en tatlı kadının midesine gidecek dedi gayet ciddi bir ses tonuyla. Inci şaşırmıştı. Bir anda yüzünün ifadesi yumuşamıştı.

-Bunlar senin sevdiğin meyveler senin için aldım.

-Hayret bir şey! Her zaman kendi sevdiğin meyveleri alırdın. Benim hangi meyveleri sevdiğimi iyi hatırlamışsın. Aslında bu beklediğim istediğim bir şeydi. "bak senin sevdiğin meyveleri aldım"

-Ama şimdi kıymeti yok. Çünkü sana çok kırgınım meyve alarak gönlümü alamazsın.

-Özür dilerim seni kırdığım için.

Sonra Bülent yere diz çöktü.

-Cezam neyse razıyım. Ama bir tek şey istiyorum senden. Seni delice seven bu adamı senden mahrum etme.Bülent yere çömelmiş boynu bükük bir vaziyette çok komik görünüyordu.

Inci kıkır kıkır gülmeye başladı.

-Affetmek o kadar kolay değil. Bakalım hangi cezalara katlanabileceksin dedi.

Bülent işte o zaman ona muzip muzip bakan eşinin içinde sakladığı küçük kızı gördü.Bundan sonra her şey daha farklı olacak diye düşündü.

(alıntı)